Olmuşla ölmüşe çare yok

Nazlı Karabıyıkoğlu

on altı kadın yemek masasının etrafında toplandı
başlayın, dedi ev sahibi, başladılar

hepsi etek giymişti, naylon çorabın esansı ayağınkine
kösele ve deri pabuçların rayihası da bunların hepsine karışmış
östrojen bulutu oymalı möblelerin tepesinde, elmalı
kurabiye, kısır -nar ekşili- içli köfte, ev sahibi antepli
vatkalı bluzlarla kazaklar rengarenk, saçları da permalı çoğunun
bazılarınınki röfleli, hepsi aynı kuaföre gidiyor, ojeleri
sedefli, bir tek adanalınınkiler kan kırmızı
                               on altı kadın çocukların ellerini birbirine sıkıladı
                               haydi siz gidin, leylânın odasında oynayın, dediler, gittiler

leylânın odasında erkekler ve kızlar hoşnutsuz
bakakaldılar bir diğerine, lahana bebeklerin dizildiği karyolaya
birkaçı oturdu ve evcilik kurdu, erkek çocuklar
kurabiye tabağını boşaltıverip tabakları direksiyon yaptılar
koridora çıktılar, yarıştılar, evcilik ya da bebekler şimdiden
bozmuştu onları ve odası pespembeydi leylânın, yine de içlerinden biri
sarışın olduğu için leylâ, ona hayrandı, ne isterse yapardı
bir oyuna katılmakla koridorda koşturmak arasında kararsız
küçük bir Elfiye bebek vardı, merak ediyordu salonda kadınların ne yaptıklarını

                               on altı kadın bir ağızdan konuşmaya başladı
                               benimkisi yatakta bir harika, dedi en sarışınları.

Elfiye sıvıştı gürültülü koridordan, “oğlum azmayın!” diye
bağıran kadınlara görünmeden yemek masasının gerisine düşen
kolonun ardına konuşlandı, hep hoşlanırdı büyük lafı dinlemekten
huriye alamanyadan yeni dönmüştü, müslümüm, diyordu çayından
höpürdetirken, bir yılan gibi sarar beni yatakta, herkes coşuyordu
hepsi kendi kocasını, kendi yatağını anlatmaya can atıyordu
müzeyyen ev ayakkabısını ayağının ucunda sallarken iç
çamaşırlarını nasıl seçtiğini, sevda ise onunkinin arkadan istediğini
ama yapmadığını anlattı, herkes bunu çok ayıpladı
                               on altı kadın kocalarını yarıştırıyordu hırsla
                               bizim apartmana benim adımı verdi hulusi, dedi en esmerleri.

Elfiye zorla giydiği etini kaşındıran yün etek
üzerinden karnını tutuyordu, bu duydukları onu hep
kuşa benzetiyordu, kanatlı ama yine de sinirine gidiyordu
elindeki açık çayı karıştıran annelerin oğluna seslenişleri
savaş, oğlum, gel bak sana paşa çayı yaptım
altı yaşındaydı, seneye okula başlayacaktı ve orada
kurulan düzenin bütün dinamiklerini farkındaydı Elfiye
annesi çayına likör katmaya kalktığında
asıl filmin başlayacağını bilirdi, kadınların çoğu
evde kendi yaptıkları çeşit çeşit likörleri getirirlerdi, vişne
muz, portakal, çikolata, nane, böğürtlen, Elfiye portakalı severdi
şişenin üstünden gizlice içip üzerine su doldurmayı o
zamanlardan keşfetmişti.
                                on altı kadın on altı çeşit likör çıkardı çantalarından
                                şekerim benimkisi çok hafif alsana biraz, dediler yanındakilere.

babasını nasıl avucunun içine aldığını anlatırken annesinin
ağzı sulanırdı, bazen dudağının kenarından minicik akardı
vişne likörlü türk kahvesi, sonra yalardı orayı ve bakardı seleflerine
saraya dayanan köklerinde harem adabına yönelik izler bulduğundan
bunları osmanlıca sözcüklerle donatıp herkesi susturmakta
ve kendi hikayesini istediği gibi anlatmakta ustaydı, babasının
erkekçe zaaflarını ondan hıncını alırcasına anlatışında
annesinin, zehirli bir yan vardı, babası bunlar yüzünden
zayıf düşmüştü gözünde Elfiye’nin, kukladan farksızdı
ne isterse karısı, yapmaya ayarlanmış düzeneğini kurmakta
maharetli kadın boynundaki altın kolyeyle oynayarak
yatakta orospu olmanın mekruh olmadığını açıklardı ve
muhakkak yeni evliler olurdu o grupta, bir ilaha bakarca
dinlerlerdi annesinin yatakta orospuluk stratejilerini
                               on altı kadının hepsi çakırkeyifti ve çoğu
                               yakalarını gevşetip birbirlerine fazlaca sevgi gösteriyordu.

Elfiye şimdi asker olup cephelere ayrılmış oğlanların
arasından geçip bebeklerini uyutmaya çabalayan yorgun
kızların yanına döndü. ona, sen de şu yemeği pişirsene, dediler
çingene pembesi plastik mutfak takımına bakakaldı
tencerenin kapağını açtı, beriki kağıtları koparıp tencerenin içine attı
al, dedi leylâ fosforlu yeşil kepçeyi uzatırken
bununla karıştırmalısın çorbayı, yoksa dibi tutar,
türkçe konuşamadığını ilk o gün mü anladı yoksa
daha önce miydi hatırlayamaz Elfiye, zihninde plastikten
bir de ilkyardım çantası imgesi var, beyaz üstüne al hilalli
doğum başladı, diye telaşlanan ezgi ile bacaklarını açmış
çektiği sancıyla iki büklüm olan çiğdemin arasında telaşlandı
çokça, neşteri sok dediler karnına, soktu ama sonra ne yapacağını
bilemedi, leylâ bağırdı: aptal, çeksene bebeği, öldü bak işte.
                               on altı kadın on altı ata lira çıkarıp
                               yemek masasının üzerine liraları dizip bereket olsun dilediler
 
banyoya kaçmakla kurtuldu doğumhanenin stresinden Elfiye
kapıyı da kilitledi, bir süre burada kalıp zamanın geçmesini
bekleyecekti, duş perdesinin ardında kıpırdayış sezdi ve
gördü ki küvete uzanmış içerdekilerden biri, onun da
eteği yündendi ve başının üzerinde saten pembe kurdele vardı
kaça gidiyorsun? diye sordu Elfiye’ye bir yandan
küvette ona yer açtı, seneye başlayacağını söyledi okula
Elfiye onlara benzemeyen birini bulduğuna sevinmişti
ama, dedi. okuyabiliyorum, ve Eda’ya en sevdiği masalları
hızlıca anlattı. Eda da ona kurtuluştaki yayasını, ermeni
olduklarını ama bunu başkasına asla anlatmaması gerektiğini
                                on altı kadın sekiz bardak paşa çayını su bardaklarında
                                oğullarına sundular

Eda’nın beni dudağının kenarında, benin resmini yapma isteği
bu yanaklarla iri yüzün Elfiye’nin içini sardı, elini uzatıp kurdelesine
dokundu, benimki benim saçımı hiç yapmaz, dedi.
gerçek annem değil, diye yalan söyledi, gerçek annesi olsa
saçını yapacağından çok emindi. kurdeleyi çıkardı Eda, saçı iki yana
döküldü ve onu Elfiye’nin bacakları küvetin kenarına dayanmış
eteği karnında toplanmışken tam göbeğinin üzerine bıraktı
senin olsun bende çok var, derken parlayan gözlerin
mükafatını daha o yaştan anlamlandırabilen bir çocuk
olduğunu göstermiş oldu. küvet, lavabo ve klozet bebek mavisiydi
                                on altı kadının on beşi kocası Müslüm olana
                                gıpta ile baktılar kırk beş dakika üstünden inmezmiş haspanın.

banyonun kapısını kale yapmış oğlanlar çat çut
topla şut çekiyordu, salaklar, diye söylendi Eda ve bir
baş hareketiyle ona katıldığını belirtti Elfiye
ne zaman külotlarına bakmak akıllarına geldi hatırlayamaz
beyaz yünlü külotlu çoraplarını sıyırıp
küvete çaprazladıkları bacaklarının arasına ilgiyle
baktılar, ikisininki de aynıydı
uzanıp kızı öpen Elfiye’ydi dudağından ve yuvasında
tam çevrilmemiş anahtarın şutlarla gevşemesi
gözünü açtığında oğlanlar çoktan bağırmaya başlamıştı
Eda Elfiye’ye kuku gösteriyor! Elfiye Eda’yı öpüyor, anne!
                               on altı kadın birden ayılıp kösnüllüklerini
                               salonda bıraktılar ve içlerinden ikisi çocukları adına fazlaca utandılar.

çocukluk dayağını unutulmaz kılan bu utanç duygusuydu,
ancak yaş aldıklarında o günün hayatlarını nasıl
şekillendirdiğini anlayacak iki kız çocuğu, salonun ortasına
getirildi, oğlanlar kıkırdayıp dururken on dört kadının on dördü de
diğer ikisini teselli etti, ölüme yok çare şekerim, dediler
iyi doktorlar var, tedavi ettirirsiniz ya da bunların içine
cin kaçmış şekerim, bir okutmak lazım, diye söylendiler.
                              on dört kadın diğer ikisinin hastalıklı evlatlarına
                              bakıp iyi ki bizim başımıza gelmedi diye sevindiler.